Trump-Erdoğan görüşmesi ve "şahsileşen dış politika"

Çok konuşulan Trump’ın mektubundan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika’yı ziyarete gitti. İki ülkenin ilişkilerinin diplomatik hattının gündem maddeleri FETÖ, YPG/PKK ve S-400 kriziydi ancak uzmanlar başlıklarla ilgili somut bir sonuç elde edilemediğine vurgu yaparken iki taraf açısından ilişkilerin devamına dair bir zaman kazanma görüşmesi olduğunu ifade ediyor.

SİYASET 16.11.2019, 11:51 16.11.2019, 15:28
Trump-Erdoğan görüşmesi ve "şahsileşen dış politika"

Trump ve Erdoğan’ın mektup sonrası görüşmesinde bu iki ismin yan yana geçirilmesindeki vurgu New York Times’ın “Trump’ın Türkiye Görüşmeleri: İktidarla Evli Damatlar” yazısında da ortaya çıkıyor. Yazının temel vurgusunu özetlemek gerekirse; Ermeni Yasa Tasarısının iptali, 100 milyar dolarlık ticaret anlaşması, ABD’yle organik ilişkilerin devamına yönelik aldığı olumlu geri bildirim değerlendirilince Erdoğan’ın kaybetmeden kazandığı yorumu yapılıyor.

Trump'ın Erdoğan'a  "Kabadayılık etme" dediği mektup 



Bunun yanında artık ülkeler arası diplomasinin Trump-Erdoğan tarafında aileler arası bir hal alıp, gayri-resmîleşmesi ve şahsileşmesi vurgusunu taşıyor. Nitekim eski Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın iki ülke arasında değil, iki lider arasında şahsi bir diplomatik teamülün geliştiğini vurgulaması da son dönemlerde siyaset ve diplomasi uzmanlarının araştırmalar yaptığı bir alanla ilgili düşündürücü sorular sorduruyor.



Bir “seyrek ideoloji” olarak popülizm 

Popülizme dair bir tanım getirmek bugünün siyasetini anlamaya çalışma konusunda oldukça etkili oluyor çünkü dünyanın her yerinde artık bir solukta sayamayacağımız kadar çok siyasi aktör popülist eğilimler gösteriyor. The Guardian’a göre 40 ülkeden 2 milyar nüfusun sahip olduğu siyasi figürler açıklamalarında popülist söylemleri kullanıyor. Tanımı konusunda pek çok tartışma olan bu kavramın tartışmasız en önemli iki özelliği elit karşıtlığı ve çoğulculuk karşıtlığı olarak ele alınıyor. Bu kavramları da açmak gerekirse ilk olarak elit, aydın, yazar, gazeteci, uzman ya da daha popülistçe ifade edersek “monşerler/entel takımı” yerine asıl her şeyi bilen halkın içinde “en saf/gerçek halk” olarak tahayyül edilen bir grup bulunuyor. Bu söylemi Türkiye bakımından açmak gerekirse “benim milletim…” şeklindeki tüm söylemler buna örnek teşkil edebilir. Bu grubun olabildiğince geniş bir çerçeve çizilerek birleştirilmesi için de İngilizcesi “thin ideology” olan bizim “seyrek ideoloji” olarak çevirdiğimiz tanıma ihtiyaç duyuluyor. Kavramın karşıtı olan “thick ideology”, Türkçeye çevirdiğimiz haliyle “yoğun ideoloji”, bildiğimiz ana akım milliyetçilik, sosyalizm gibi ideolojileri ima ediyor. Bu kalın/yoğun ideolojilerle incelen ya da seyrekleşen ideolojilerin ilişkisi şöyle açıklanıyor: Kalın/yoğun ideolojilerden bazı kısımlar birbirine kolaj usulü eklemlenerek üretilen seyrek/ince ideolojiler, popülistlere toplumda var olan en geniş kesime hitap edebilme kapasitesi sağlıyor. Bu “seyrek ideolojiyle” birbirine tutturulan muhtemelen siyasal çoğunluğa da haiz kitle “en gerçek halk/milli irade” sayılarak diğer toplumsal kesimlerin siyaset üretebilme kapasiteleri kısıtlanıyor çünkü demokrasi bu tutumda çoğulcu değil çoğunlukçu bir sandık yarışına dönüştürülüyor. Pek de sevilmeyen elit kesim/monşerler aradan çıkartılarak “gerçek halk” ve gerçek halkın gerçek liderleri aradan kimse olmaksızın birbirine kavuşuyor. Bu durum da siyaseti parti ve kurumlar, tüzel kişiler, makamlar ve dolayısıyla ilkeler ve tutumlar bütününden halkın gördüğü liderlerin karakterine indirgiyor. Bu noktada hem Erdoğan hem de Trump popülist liderler olarak biliniyor.

The Guardian'ın hazırladığı popülizm ölçeği



Liderde cisimleşen iç-dış politika 

Ünlü Alman sosyolog Max Weber “Bir Meslek Olarak Siyaset” adlı eserinde meşru liderin tanımını yaparken geleneksel, karizmatik ve aklî-yasal otorite şeklinde üç farklı tanım yapıyordu. İlk liderlik geleneksel değerler, kültürel örüntülerden meşruluk kaynağını bulan monarşi türünden bir iktidarı, ikincisi toplumsal ilhama dayalı, etkileyici kişisel özellikleriyle meşruluğunu bulan iktidarı tanımlıyor. Akli-yasal iktidar ise bugün modern siyasette gördüğümüz yazılı hukuka dayalı bir meşruluk zemini öngören, modern toplumun Weber’e göre cisimleştiği otorite olarak karşımıza çıkıyor. Bu akli-yasal otorite siyaseti bir kurallar ve ilkeler manzumesine, bürokratik ve karmaşık bir yapıya doğru evrilttiği ölçüde insanlığın Weber’in kendi tabiriyle bir siyasal aklın “demir kafes”ine mahkum olması kaçınılmaz oluyordu. Yani her şeyin en aklî, en etkili, en makul ve hukuksal şekilde yapılmaya çalışılması siyaseti dışsallaştırıyor içinden insanî tarafı söküyordu. Weber’e göre artık politika toplumdan kopmuş, teknokrat ve bürokratların icra ettiği karmaşık katı, hareketsiz bir labirent haline geliyordu ve birey demir kafeste yok oluyordu. Weber bu demir kafesten çıkmanın yolunun tıpkı tarihteki Sezar gibi lider merkezli bir siyaset olduğunu, karizmatik ve kitlelerin özdeşleşebileceği bir lider ile “büyüsü bozulmuş” bu dünyanın yaşadığı tıkanmayı aşabileceğini düşünüyordu.

Politika Weber’in aktardığına benzer ilerliyor ancak tıkanmanın aşılıp aşılmadığı ya da bunun tam anlamıyla iyi ya da kötü mü olduğunu kimse bilemiyor. Ama bir gerçek var ki dünya siyasetindeki son gelişmeler popülizmin siyasete etkilerini sarsıcı biçimde ortaya koyuyor. Büyüyü geri getireceği sanılan popülizm ve popülist liderler yalnızca iç değil dış siyaseti de dönüştürmeye başlıyor. 

Dış siyaset iç siyasetin maşası mı?

Tekrar ana başlığımız Erdoğan ve Trump’a dönersek her ikisi de sağ popülist olarak tanımlanan bu liderlerin genel tutumlarına dair bir tanımlama yapmak gerekiyor. Sağ popülist dış siyaset dünyada genel olarak nativizm(ülke içindeki “gerçek halk”ın tutumlarından yana tavır) yanlısı, göçmen karşıtı, millî değerler odaklı, ekonomik ve kültürel küreselleşme karşıtı olarak çerçevelendiriliyor. Bu durum genel olarak sağ popülistlerde dış siyasetin iç siyasete yönelik araçsallaşmasını ve ülkeler düzeyinde dış politikada yalnızlaşmayı getirip uluslararası politikada uzlaşı ve ittifak kurumlarının zeminini eritiyor. Bu yalnızlaşma anlamında popülist tarzda liderliğin sonuçları bir süredir dağılan NATO’da, Brexit’le cebelleşen AB’de görülüyor. Ayrıca Türkiye’den örnek verilirse, Erdoğan, Barış Pınarı’yla dünyayı karşısına alma ve herkese, her şeye rağmen operasyonu gerçekleştirme iradesini ortaya koyduğunda bir noktada dışarda yalnız kalsa da iç siyasette milliyetçi-muhafazakar tabanı kuvvetlendirebildiği hatırlanıyor. Trump açısından Bağdadi’nin öldürüldüğü operasyonu ve Mazlum Kobani ilişkilerini hatırlamak yeterli oluyor. Bilindiği gibi Bağdadi’nin öldürüldüğü operasyon DEAŞ tarafından öldürülen Amerikalı gönüllü/aktivist “Kayla Mueller”in ismi verilerek ve Suriye’den çekilme arifesinde SDG lideri mazlum Kobani’yle yine “şahsi” düzeyde ilişkiler kurma sinyali ve “müttefiğimizi koruyoruz” mesajıyla Amerikan iç siyasetine yönelik kullanılmıştı. 

Siyaset şahsileştikçe ortaya çıkan resim uluslararası ilişkilerde liderlerin karakterlerine bağlı ve onlarda merkezîleşen karar alma ve tutum geliştirme mekanizmaları kaynaklı artan muğlaklık olarak belirleniyor. Dış siyaset ilkesel, tutarlı, uzun dönemli çıkarları korumaya yönelik bir kurumsallıktan çıkıp şahsî krizler(mektup bunun en iyi örneği), birbirini sempatik ya da antipatik bulan liderler düzeyindeki ilişkilerin manzumesi haline geliyor. Bu durumda da tıpkı popülistlerin ideolojileri gibi dış politikada seyrekleşip magazin, anlık ve gündelik bir hal almaya başlıyor. Muhayyel “gerçek halk”larının iradesi adına konuşan liderlerin bireysel kararları da savaş, ekonomik kriz yahut anlaşmalar gibi önemli başlıklarda ve genel olarak bu kitlelerin geleceği konusunda belirleyici bir hal alıp denetlenebilir olmaktan tamamiyle uzaklaşıyor.

Habernediyor.com / Umur Gerenli 
 

Yorumlar (0)