Nükleer silahın ardına saklı diplomasi

Geçtiğimiz haftalarda İsrail'in nükleer silahı olmasını sert bir dille eleştiren Erdoğan'ın açıklaması son dönem diplomasimize ışık tutar nitelikte

GÜNDEM 16.09.2019, 17:46
Nükleer silahın ardına saklı diplomasi

Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oldukça hızlı bir gündeme gebe olan ve olmaya devam eden Eylül ayının başında yaptığı nükleer çıkışıyla hem iç hem dış basında pek çok yoruma konu olmaya devam ediyor. 
Erdoğan yaptığı açıklamada, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Antlaşma’nın altında imzası olan Amerika, Çin, Fransa, Rusya ve İngiltere gibi ülkelerin nükleer silahları varken Türkiye’nin durumunun kabul edilemez olduğunu belirtmişti.
Türkiye’nin nükleer silah edinmesi hususunda, bölgedeki komşularından İsrail’in de nükleer silahı olduğunu iddia ettiği konuşmasında İsrail’in bu gücü bölgede diğer devletlere karşı bir korku politikası gütmek için kullandığını vurgulamıştı.



Diplomatik çerçevede İsrail’in “nükleer belirsizlik” politikası güttüğü bilinse de nükleer çalışmalar yapan bir devlet olduğuna inanılıyor. 

Nükleerde Türkiye'nin durumu

Türkiye ise Amerikan nükleer silahlarına ev sahipliği yapan beş Avrupa devletinden biri olmasına rağmen silahları tek taraflı kullanma yetkisine sahip değil. Dış basında öne çıkan yorumlar Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’nın son çöküşünden sonra- ki bu anlaşma 1987’de Soğuk Savaş döneminde Rusya ve Amerika’nın tarafları olduğu bir anlaşmaydı-  Türkiye’nin bağımsız bir yol izlemeyi düşünmek için yeterli nedenleri olabileceği yönünde.

Nükleer Silahların Kullanımına Yönelik Anlaşma’nın 1979 yılında taraflarından biri haline gelen Türkiye 2000 yılında Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması’nı imzaladı. Konvansiyonel silahlar ile çift kullanımlı malzeme ve teknolojinin dış satımını kontrol eden Wassenaar Düzenlemesinin ise 1996 yılında kurucu üyelerinden biri oldu. 1997 yılında kimyasal, biyolojik ve nükleer füzelerin kullanımını ve yaygınlaşmasını önleme amaçlı Füze Teknolojileri Kontrol Rejimine katılan Türkiye son olarak 2002 yılında Balistik Füze Yayılımına Karşı Çıkan Lahey Davranış Kurallarına ilk andan itibaren taraf oldu.

Ağustos 2006’da Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün görev süresi bittiği dönemde veda konuşmasında ifade ettiği nükleer seçeneği konuşmasında “Kuzey Kore'den Orta Doğu'ya kadar olan eksende kitle imha silahlarına sahip olan veya bulunduğundan şüphelenilen ülkelerin varlığı bugün ülkemiz için ciddi ve belirleyici bir tehdit.” şeklinde yer bulmuştu. 

13 yılda ne değişti?

2006’dan 2019’a kadar 13 yıllık dönemde gündeme gelmeyen nükleer silahlanma meselesinin Erdoğan’ın ajandasına hangi dinamikler sonucu girdiği ise kamuoyunda merak konusu.
Washington Yakın Doğu Çalışmaları Enstitüsünde Türkiye Araştırmaları Programının direktörü olan Soner Çağatay’a göre bu çıkışın sebebi AK Parti elitleri arasında dünya siyasetindeki tek kutuplu Amerika düzeninin çökmeye başladığına yönelik inançtan kaynaklanıyor.
Burhanettin Duran’a göre Erdoğan öncelikle Ankara’nın askeri ve diplomatik etki alanını arttırabilmek amacıyla ulusal düzeyde bir görüşme ortamı yaratmak istiyor. Buna alternatif olarak ise “Dünya Beş’ten Büyüktür” sloganında cisimleşmiş uzun dönemli dünya düzeni eleştirilerini yeni savlarla desteklemek istiyor olabileceği yorumunda bulunuyor.
Öte yandan analistler, Türkiye’nin S-400 füzeleri krizi nedeniyle üretim sürecinde de bulunduğu F-35 anlaşmasından ayrılması,  ABD, Ankara’yı Rus hükümeti ile yapılan bir anlaşmanın ciddi sonuçları ve yaptırımları olacağı konusunda uyarmasına rağmen takındığı tavrın öneminin altını çiziyor. Türkiye’nin Trans Atlantik’e karşı Çin’in yükselişini kendi ulusal çıkarlarını geliştirmek için önemli bir gelişme olarak gördüğüne inanılıyor. 

Ağustos 2019’da bloombergde yer alan habere göre Türkiye hükümetinin haziranda Çin fonlarına başvurduğu biliniyor. Türkiye’nin Müslüman vatandaşları hapsetmek için kurulan Pekin toplama kampları krizini yumuşak diplomasiyle ve kampları denetlemek için bir delegasyon göndererek Çin baskısını azaltmaya yönelik biçimde yönettiği de vurgulanıyor. 
Bu yorumlarda Amerika’nın Doğu Akdeniz’de bir enerji koridoru oluşturmaya çalışan İsrail ve Yunanistan’ı destekler tavrını da değerlendirmeye katan uzmanlar, Suriye meselesinde YPG-Amerika ittifakının da Washington’la Ankara arasında esen soğuk rüzgârlarda etkili olduğunu ifade ediyor. Bu dengelerdeki değişime örnek olarak Erdoğan’ın 2017’de Amerika’ya yaptığı son ziyaretin Çin’de bir duraklamadan sonra gerçekleşmesi gibi diplomatik mesajları da veren uzmanlar bunların daha bağımsız bir dış politika arayışının ve Amerika ile bağlarını zayıflatmak için bilinçli seçimlerin bir sonucu olabileceği savını ileri sürüyor.
AKP seçkinlerinin Batı’ya önceki herhangi bir Türk hükümetinden daha az değer atfettiğini ifade eden Aaron Stein, bu durumun kısmen, Washington ile giderek daha farklı çıkarlara sahip olmasından, kısmen de Türkiye'nin “otoriter yönetimini” sık sık eleştiren Avrupa'daki tepkiden kaynaklandığını ifade ediyor. Ayrıca kendisini Batılı olarak görmeyen AK Partinin Türkiye'nin Batı kurumlarına katılımının Avrupa gücüne katkı sağladığına inandığının altını çiziyor.
Erdoğan’ın mesajı ciddiye alındığında ortaya çıkacak tepkilerin Türkiye'nin jeopolitik darboğazından çıkmasına pek yardım etmeyeceği de yapılan yorumlar arasında. Bu durumun aksine, nükleer silahlanmış bir Türkiye'yi tehdit olarak görebilecek tüm ülkeler ve ittifaklar açısından şüpheli bir duruma da getirebileceği iddia ediliyor. Bu güvensizlik atmosferinde doğrudan veya zımni baskıların artması, Türkiye'ye karşı yaptırım ve tehditlerin, hem Türkiye'de hem de daha geniş bölgede daha fazla istikrarsızlığa ve düzensizliğe yol açabileceği yorumları da yer alıyor.

Yorumlar (0)