Suriye'de neler oluyor? - 1

Barış Pınarı Harekâtı'nın Türkiye açısından yarattığı tepkiler ve YPG'nin rolü, serimizin ilk haberinde detaylı bir şekilde inceleniyor.

GÜNDEM 02.11.2019, 16:40 07.11.2019, 17:11
Suriye'de neler oluyor? - 1

Barış Pınarı Harekâtı'nın başladığı 9 Ekim 2019'dan bu yana Türkiye, Batı dünyasının dinmeyen bir tepkisiyle karşılaşıyor. Türkiye'nin karşılaştığı bu tepkinin sebebi ne? Türkiye yerine Batı'nın yakınlaştığı grup kim? Batı, bu grubu neden Türkiye yerine tercih ediyor?

Batı ve Türkiye arasındaki uyuşmazlık ne?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Barış Pınarı Harekâtı hakkında harekât başladığından beri birçok kez önemli açıklamalarda bulundu. Erdoğan, harekâttan önce güvenli bölge meselesinin defalarca müttefiklerle konuşulduğunu, bu operasyonun müttefiklerle birlikte yapılmasını arzu ettiğinden, Suriye krizinin Türkiye’yi ilgilendiren en önemli kısımlarından birini bu şekilde sonuçlandırmak istediğinden yana olduğunu birkaç kez dile getirdi. Cumhurbaşkanı, “Uzun süren görüşmelere ve bir takım ortak çalışmalara rağmen müttefiklerimizle arzu ettiğimiz yere ulaşamadık, kendi adımlarımızı atmaya mecbur kaldık” diyerek tüm çabalara rağmen Türkiye’nin harekâtı tek başına düzenlemek zorunda kaldığını söyledi. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere her makamından gelen “meşruiyet kaynağı” olarak kabul edilebilecek sözlerine ve dayanaklarına rağmen, 9 Ekim 2019’dan bu yana Türkiye, daha önce benzerini Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra yaşadığı bir “meşruiyet krizi” ile karşı karşıya. Meşruiyetin kaynakları arasında geçerli bir gerekçe, konu üzerinde uzlaşı ve en önemlisi, yapılan her şeyin “kuralına göre yapılması”, yani hukuk kuralları gözetilerek uygulamaya konulması gösterilebilir. Madem öyle Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nda yaşadığı meşruiyet krizi olarak ne gösterilebilir?


Türkiye Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Öncelikle Türkiye’nin harekât başlatılmadan önceki hareketlerinin incelenmesi gerekiyor. Hukuka uygunluk bakımından; Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı başlatmadan önce uluslararası hukukun gerekliliklerini de yerine getirdiği ortada. Harekâtın meşruiyetinin gerek NATO tüzüğünün 5. maddesine, gerekse Birleşmiş Milletler tüzüğünün 51. maddesine dayandırılması, ayrıca BM Güvenlik Konseyi’nin terörle mücadeleye yönelik kararlarının verdiği yetkilerle yola çıkılması, Türkiye’nin oyunu uluslararası kurallara göre oynadığını gösteriyor.

Konu üzerinde uzlaşıya gelecek olursak, Türkiye’nin önemli bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldığını görebiliriz. Dışişleri Bakanlığı’nın yıllardır verdiği yoğun mesainin Barış Pınarı Harekâtı’yla birlikte katbekat artmasına rağmen, harekâtın başlangıç noktasından itibaren karşılaştığı tepki, bu duruma kanıt olarak gösterilebilir. Bakan Mevlüt Çavuşoğlu’nun şu ana kadarki söylemleri ve çalışmaları, gerek harekâttan önce gerek sonra tüm ülkelerin bilgilendirildiğini ve Türkiye’nin bu hamlesindeki meşruiyetin karşı taraflara aktarıldığını gösteriyor; ancak Türkiye’nin müttefiklerinin bu konu hakkında ikna olmadığı maalesef aşikâr.


Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu

Bu noktada Türkiye adına bir de geçerli bir gerekçe açısından bakmak gerekir. Türkiye’nin düzenlediği harekâtın gerekçesi, birkaç açıdan açıklanabilir. Barış Pınarı’nın önemli amaçlarından bir tanesi, Türkiye’nin 2011’den beri misafir ettiği Suriye vatandaşlarının, ülkelerine güvenli bir şekilde dönebileceği bir bölgenin oluşturulması. Savaşın hâlâ tam anlamıyla bitmediği göze alınsa bile, bu gerekçenin böylesi bir harekâta tek başına yeterli olabileceği tartışılabilir; zira Almanya da harekâtın son günlerine doğru “uluslararası bir güvenli bölge” önerisinde bulundu, ancak Türkiye’nin girişimleri düşünüldüğünde Almanya’nın önerisi oldukça geç geldi. Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’yla başarmaya çalıştığı en büyük amacı ise, Suriye sınırlarında oluşabilecek bir “terör devletinin” kurulmasının engellenmesi olarak gösteriliyor. PKK terör örgütüyle mücadelesinde can ve mal kayıpları yaşayan Türkiye, doğal olarak bu terör örgütüyle bağlantıları apaçık ortada olan başka bir grubun bir devlet kurmasını istemiyor; bu gerekçenin Türkiye adına oldukça haklı olduğunu söylemek şaşırtıcı olmaz.

Fakat bunca çabaya rağmen Barış Pınarı Harekâtı, Türkiye için uluslararası bir tabuyu tetiklemekten öteye gitmemiş gözüküyor. Harekâtın başlangıcından bu yana birçok ülkenin liderleri ve devlet insanları, Türkiye’ye nasıl yaptırım uygulanabileceğini ve Türkiye’nin kınanması gerektiği hakkında konuşuyor. Peki, 67 yıldır NATO’da bulunan, yıllardır tüm ortaklarıyla güçlü diplomatik, bürokratik ve askeri bağlar kurmuş Türkiye, tek bir hareketle nasıl bir anda bu eşi benzerinin görülmesi güç bir meşruiyet yoksunu durumuna düştü? Türkiye yerine kim, neden böylesine önemli bir rolü üstlenerek bölgedeki “meşru aktör” haline geldi?

YPG’nin kuruluşu, SDG’ye dönüşümü

Demokratik Birlik Partisi adıyla 2003 yılında Suriye’de kurulan PYD, PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ın da fikirlerini esas alarak yola çıktı. 2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı’na 2012 yılında silahlı örgütü Halk Savunma Birlikleri, yani YPG ile katılan PYD, bu esnada siyasi olarak da kendisini tanınır kılmak için çeşitli başkentlerde ofisler kurarak büyük ülkelerle iletişim kurma arayışına girişti. ABD’de, Avrupa’nın birçok ülkesinde ve Rusya’da ofisler kuran PYD, eski eş başkanı Salih Müslim’in de yoğun mesaisiyle Suriye İç Savaşı’nda kendisine bir yer edindi. PYD/YPG, iç savaşın daha hemen başında Suriye ordusunun kuzeyden çekilmesiyle birlikte çatışmadan ele geçirebileceği bir merkeze sahip oldu. Böylelikle Türkiye sınırında bulunan Afrin, Kamışlı ve Kobani gibi önemli şehirler, PYD/YPG’ye birer üs oldu.


PYD Eski Lideri Salih Müslüm

YPG, 2013 Ocak ayından başlayarak bölgedeki muhalif kuvvetlerle mücadeleye girmeye başladı ve bu sayede hâkimiyet alanını önemli ölçüde genişletti. 2014 Ocak ayında PYD, bahsi geçen üç önemli şehirde tek taraflı özerkliğini ilan etti. Bunun üzerine bölgede kendisine denk olabilecek bir güç istemeyen DEAŞ, PYD/YPG’ye saldırdı. Aynı yılın Eylül ayında PYD/YPG’nin kaderini belirleyecek Kobani Savaşı başladı. Daha önce çeşitli ülkelerle yakın temas kuran PYD, DEAŞ’la mücadelesinde özellikle ABD’nin desteğini almaya başladı; dönemin ABD Başkanı Barack Obama, PYD’nin silahlı kolu YPG’ye havadan silah yardımı yapılacağını açıkladı.

ABD’nin bu hamlesi üzerine Türkiye çok yoğun tepki gösterdi ve PKK’yla YPG arasındaki bağlantıları göstererek müttefiklerinin YPG’yi de "terör örgütleri listesine alması” için büyük çaba harcıyordu. Türkiye’nin bu çabası, ABD’nin bir açıklamasıyla sonuçsuz kaldı; dönemin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf, ülkesi ABD’nin PYD/YPG’yi terör örgütü olarak görmediğini ve ülkesinin yardıma devam edeceğini açıkladı. Kobani’de DEAŞ’la savaşını kazanan YPG, ABD’den destek almaya devam etti. Başta silah teslimatlarıyla kısıtlı kalan destek, zamanla maddi yardıma ve eğitimle danışmanlık desteğine de dönüştü; PYD/YPG de böylelikle Türkiye-Suriye sınırındaki hâkimiyet alanını oldukça genişletti. PYD’nin kazandığı güce önlem almak isteyen Türkiye, Temmuz 2015’te Salih Müslim’i de “terörist” ilan etti; fakat ABD, PYD/YPG’yi meşru bir aktör olarak göstermek için yeni bir hamle yaptı.

ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas, Temmuz 2017’de Aspen Enstitüsü’nün düzenlediği güvenlik toplantısında, ülkesinin YPG’yi isim değişikliğiyle birlikte nasıl meşrulaştırmaya çalıştığını şöyle anlattı:

“Onlar kendilerine resmi olarak YPG diyorlardı ki Türkler, bunun PKK ile aynı olduğunu söylüyor ve 'Benim terörist bir düşmanımla muhatap oluyorsunuz, bunu müttefik olarak nasıl yapabilirsiniz?' diyordu. Biz de bunun üzerine onlara isimlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledik. Mesela, YPG dışında kendinizi nasıl adlandırmak istersiniz? Bir gün sonra adlarının 'Suriye Demokratik Güçleri' (SDG) olduğunu ilan ettiler. Adlarının ortasına 'demokratik' ifadesini koymalarının zekice bir hamle olduğunu düşündüm. Bu, onlara bir miktar itibar sağladı"


ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas

İsim değişikliğiyle birlikte SDG, siyasi olarak tanınmasının yanı sıra sahadaki gerçekliği de değiştirmek adına daha “kapsayıcı” bir örgüt olacağını açıkladı. Kürt ağırlıklı bölgelerin de ötesinde kontrol sağlamaya başlayan SDG; Arap, Türkmen ve Süryani grupları da içeren silahlı bölükler oluşturmaya başladı. PYD/SDG’nin gittikçe artan gücünü fark eden Türkiye, müdahale etmek amacıyla Şubat 2016’da ilk kez terörist gruba saldırı gerçekleştirdi. Yine 2016’nın Ağustos ayında ABD, SDG ile Münbiç şehrine operasyon başlayacağını duyurduğunda Türkiye “YPG'nin Fırat'ın batısına geçişe izin vermeyiz" diyerek itiraz etmişti. Müttefikini dinlemeyen ABD, PYD/SDG’ye verdiği destekle 2018’in sonunda terör örgütünün, Suriye’nin dörtte birini kontrol etmesini sağladı.

ABD ile ilişkilerini iyi tutmak için çabalayan örgüt, bu sayede Türkiye’nin düzenleyebileceği operasyonları engelleyebileceğini düşünüyordu. ABD ve SDG arasında ilişkilerin bir anda güçlenmesinin bir diğer sebebi ise, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) sadece DEAŞ’la değil, bir diğer yandan da Suriye rejimiyle savaşmayı istemesiydi. Suriye rejimiyle oldukça kötü olan ilişkilerini, diplomatik diyalogu tamamen kopartacak seviyeye gelmek istemeyen ABD, sadece DEAŞ’la çatışarak bölgede siyasi meşruiyetini sağlamlaştırmak isteyen SDG’ye destek vermeyi tercih etti.


Bir YPG ve bir ABD askeri yan yana

Fırat Nehri’nin kıyılarını ve Akdeniz’e uzanan koridoru korumaya niyetli olan Türkiye, kısa bir süre sonra Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekâtlarını düzenleyerek terörist grubun doğu-batı Suriye arasında bağlantı kurmasına engel oldu. Bu noktada uzun sürelerdir bölgede bulunan ve Suriye rejimine destek veren Rusya; Türkiye ve SDG kuvvetlerinin arasında konuşlanarak iki taraf arasında tampon bölge oluşturdu ve Türk operasyonlarının ilerlemesine engel oldu.

Aralık 2018’de Suriye’den tamamıyla çekilmek istediğini açıklayan ABD Başkanı Trump, hem kendi ülkesinde hem de uluslararası camiada "DEAŞ’ı yenen Kürt müttefiklerini yüz üstü bırakmakla" suçlandı. Tepkilere boyun eğen Trump, bölgeden sadece bin civarı asker çekebildi. Resulayn ve Tel Abyad arasındaki Amerikan askerlerinin çekilmesiyle 9 Ekim 2019’da Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı’na başladı.

ABD’nin verdiği koruma desteğinin bir anda çekilmesiyle birlikte sahipsiz ve savunmasız kalan SDG, ilişkilerinin çok da iyi olmadığı ama silahlı çatışmaya da girişmediği Suriye rejimiyle temasa geçerek anlaşma isteğinde olduğunu belirtti. Önce ABD’yle, sonra Rusya’yla mutabakatlar imzalayan Türkiye, her iki tarafa da SDG’nin, 30 kilometrelik güvenli bölgenin dışına çıkarılması isteğini kabul ettirdi ve Suriye rejiminin kuzey Suriye’ye tekrar dönmesini, aynı zamanda da ısrarcı olduğu güvenli bölgenin daha fazla çatışma olmadan terörist unsurların bölgeden çıkmasını sağladı.

PYD/YPG/SDG isimleriyle budaklanan terör örgütünün 2012’den 2019’a doğru gelişmesi ve değişmesi incelendiğinde, hangi kırılma noktalarında örgütün nasıl “meşrulaştığı” oldukça net bir şekilde gözüküyor. Fakat bütün bunlara ek olarak birkaç faktörün daha değerlendirilerek YPG’nin “meşru bir aktörleştirilmesini” açıklamak gerekiyor.

Silahlı bir gruptan “meşru” bir aktörlüğe


Mart ayında DEAŞ'ın yenildiğinin açıklanmasının ardından Amerikan bayrağı önünde kutlayan YPGliler

YPG’nin uluslararası camiada neden “meşru” bir aktör olarak algılandığı büyük bir tartışma konusu olsa da bunun için önemli sayılabilecek gelişmelerin yaşandığı da ortada. Bunların ilki olarak, PYD’nin kurulduğu günden başlayarak uluslararası temaslarda bulunmaya çalışması gösterilebilir. PYD/YPG, önce ‘parti’ olarak, daha sonra da Suriye İç Savaşı’nda silahlı bir örgüt olarak kendisini karşı tarafa sadece silahlı bir muhalif örgüt olarak değil, bir siyasi taraf olarak gösterebilmeyi başardı. Özellikle ABD’ye gitgide yoğunlaşan temasları; PYD’nin bağımsız bir toprak sahibi olan bir devletten de ziyade ABD’nin gözünde sahada gayrimeşru kitlelerle çatışarak “bağımsızlık hakkını kazanmayı elde eden” meşru bir grup haline gelmesini sağladı. Bu duruma, yine ABD’nin de eliyle YPG’nin bir ‘başkalaşım’ geçirerek daha fazla grubu içine dâhil etmesi ve “Suriye Demokratik Güçleri” adı altında hareket etmesi örneği verilebilir.

YPG’nin “meşruiyetine” dair bir başka kaynak olarak ise örgütün “Demokratik Özerk Yönetim” (DÖY) isimli, kontrol ettiği bölgelerde sosyal hizmetler sunan idari organı olarak gösterilebilir. PYD/YPG’nin, kontrolünde bulunan bölgelerde kurumsallaşmasını, yani ete-kemiğe bürünmesini sağlayan DÖY, hem PYD’nin temasa geçtiği ülkelere sadece bir “siyasi parti” değil, aynı zamanda bir “kurum” sunuyor, hem de – ve daha da önemlisi – PYD’nin, kontrol ettiği bölgedeki insanlarla birebir temasını sağlayıp onların gözünde de kurumsallaştırıp meşrulaştırıyor. DÖY sayesinde PYD; Afrin, Kamışlı ve Kobani’de bir “devlet gibi” davranıyor, yani yerel konseyler ve meclislerle bir yerel yönetim sistemi oluşturarak PYD’nin varlığını ve ideolojisini halka aktarıyor. DÖY aracılığıyla “demokratik temsil sistemine” katılan az sayıda kişinin, bölgenin yönetiminde gerçekten söz sahibi olmaması PYD adına sorun çıkaracak gibi gözüküyor olsa da, DÖY’ün varlığı şimdilik PYD’nin varlığını ‘sağlamlaştırıyor’. PYD, Rakka’da çıktığı iddia edilen ve şehirde yaşayan Arapların, Rakka’nın Arap kimliği hakkında bahsetmesi üzerine çıkan protestolarda eylemcilere ateş açıldığı iddiasını reddediyor ve DÖY sayesinde kendisine “meşru” bir kimlik kazandırıyor.


YPG adına savaşan yabancı savaşçılar

PYD/YPG adına bütün bu bahsedilenlerin, örgüt adına meşruiyet yaratma çabaları olduğu bir gerçek; anca terör örgütüne asıl olarak bu statüyü kazandıran olay, bir başka terör örgütü olan DEAŞ’la mücadelesi. DEAŞ’a karşı kurulan koalisyonun, 2011’den başlayarak verdiği uzun ve yorucu savaşa rağmen büyük bir hızla dünya üzerindeki en korkutucu ve en çok can alan terör örgütünün herhangi bir zayıflama göstermemesi, sahada çatışmaya hazır askerleri olan ve PKK’dan aldığı destekle birlikte hâlihazırda eğitimi ve deneyimi olan PYD/YPG’yi Batı ülkelerinin gözünde oldukça değerli kıldı. Batı’nın bu tutumu yüzünden Barış Pınarı Harekâtı’yla birlikte “DEAŞ’la kahramanca savaşan müttefikimizin vurulmasına nasıl izin verirsiniz?” gibi tepkiler veren Avrupalı ve Amerikan kamuoyunun bu tepkisi, terör örgütünün nasıl kıymete bindirildiğini gözlemleyen kişiler için hiç de şaşırtıcı olmadı.

‘Müttefik’in ezeli düşmanından, ortak düşmana karşı ‘müttefik’ olmaya

2003 yılında siyasi kanadı kurulan, 2012 yılında silahlanıp 2015’te tüm Suriye’yi “kapsayacak” şekilde değişim geçiren bu örgüt, 7 yıl boyunca DEAŞ’a karşı büyük bir mücadele verirken, diğer yandan tüm Batı dünyasının resmi ve meşru bir devlet olarak kabullendiği, uzun yıllardır çeşitli ittifaklar ve uluslararası kuruluşlarla ilişkiler içinde bulunduğu Türkiye’nin en büyük düşmanlarından PKK’nın bir kolu olarak faaliyetlerine devam ediyor. Türkiye’nin tüm çabalarına rağmen Batı tarafından “müttefik” denebilecek kadar meşru görülen PYD/YPG/SDG’nin, Suriye İç Savaşı’na bir çözümün her zamankinden daha yakın gözükmesiyle birlikte yolunun nasıl çizileceği henüz bilinmiyor.


YPG ve Suriye Arap Cumhuriyeti'nin yolları birleşecek mi yoksa ayrılacak mı?

Türkiye tarafından kat’î suretle düşman görülen, ABD tarafından “sırtından bıçaklanan”, Rusya tarafından Suriye rejimi için terk edilen ve Suriye rejimi için muhtemel bir askeri birlik olarak algılanan PYD/YPG/SDG, elbette Suriye için oluşturulan çözüm masasında yer almak isteyecek. PYD’nin bu isteğinin, bir zamanlar müttefiki olarak kabul ettiği, şimdi ise tereddütle yaklaştığı devletler tarafından nasıl karşılanacağını ancak zaman gösterecek.

Türkiye ve Batı arasındaki uyuşmazlığın detayları, YPG’nin yükselen “meşruiyeti” ile birlikte Türkiye’ye yönelik algının değişmesi ise, serimizin ikinci ve son yazısıyla incelenecek.

Habernediyor.com / Oğuzhan Sabuncu

Yorumlar (0)