Suriye'de neler oluyor? - 2

YPG'nin yükselişiyle Türkiye, Suriye'de gittikçe zorlaşan bir sürecin içine giriyor. Peki, Türkiye'nin bu duruma düşmesinin sebebi ne? Çıkış yolu nasıl şekillenebilir? Detaylar inceleme dosyamızın ikinci sayısında...

ÖZEL HABER 13.11.2019, 18:04 21.11.2019, 19:42
Suriye'de neler oluyor? - 2

Serimizin bir önceki yazısında Türkiye’nin düzenlediği harekâttan önce harekâtı meşru kılmak için gösterdiği çabalardan bahsetmiştik. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Barış Pınarı Harekâtı’ndan önceki açıklamalarında harekâtı müttefiklerle birlikte düzenlemek için gösterilen çabayı ifade etmesine rağmen harekâtın düzenlenmesinin – güvenli bölge konusunda ABD’yle atılan ortak adımda ABD’nin işleri ağırdan almasından da kaynaklı bir şekilde – Türkiye’nin üzerine kaldığını, Türkiye’nin de Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle “kendi göbeğini kendisinin kesmesi için” bir adım attığını söylemiştik. 

Türkiye’nin harekât öncesi uluslararası hukukun gereksinimlerini yerine getirdiğini, diplomatik ilişkiler bağlamında müttefiklerin ve harekâtın ilgilendirdiği tüm ülkelerin bilgilendirildiğini ve harekâtın amaçlarının bir NATO üyesi olan Türkiye’nin güvenlik endişelerini sonlandırmak ve Suriyeli mültecilerin güvenli bir şekilde ülkelerine dönmelerini sağlamak olduğunu, bunların sayesinde meşru bir harekât düzenlemek için gereken tüm adımları attığını özetlediğimiz inceleme dosyamızın ilk yazısında neden Türkiye’nin uluslararası alanda büyük bir tepki çektiğine açıklama olarak öncelikle YPG’nin “yükselişini” ele almıştık. Bu yazımızda ise madalyonun öteki yüzü olan Türkiye’ye ve Türkiye’nin yakın tarihteki hareketlerinin Suriye’ye yönelik harekâta etkilerini inceleyeceğiz. 

Sebeplerin çokluğu, cevapların yokluğu

Türkiye’nin ABD’ye yürüttüğü güvenli bölge görüşmelerinden sonuç çıkmaması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği “Harekâtı kendimiz düzenleyeceğiz, bir gece ansızın gelebiliriz” tarzı söylemler sonucunda düzenleneceği artık oldukça aşikâr olan harekâtın uluslararası bir tepki çekeceği önceden tahmin edilen bir durumdu. Tahmin edilemeyenin ise, Türkiye’nin böylesine yoğun bir tepkiyle karşı karşıya kalması olduğu söyleniyordu; fakat uluslararası camianın gösterdiği tepkinin sinyalleri sıklıkla karşılaşılan bir durumdu.

Türkiye’nin bu kadar ateş altında kalmasını cevaplayacak birçok sebep öne çıkarılabilir. Öncelikle, Türkiye’nin yıllardır Batı ülkeleri ile yaşadığı anlaşmazlıktan bahsedilebilir. Türkiye ve Batı arasındaki en temel uyuşmazlıklardan biri olarak, PKK ile mücadelenin Türkiye için ciddiyetine rağmen Batı’nın kıyasla kayıtsız kalması öne çıkıyor. Yıllardır PKK ile mücadelede can, zaman ve kaynak kaybeden Türkiye, “çözüm süreci” çıkmazının ardından terörle mücadelenin zirve yaptığı bir döneme girmiş durumda. Pençe Harekâtları, Zeytin Dalı Operasyonu, Kıran Operasyonları, Fırat Kalkanı Harekâtı gibi operasyonlar, Türk siyaseti ve askeri bürokrasisinin mücadeleyi nasıl hızlandırdığının ispatı olarak gösterilebilir. Fakat aynı esnada Batı ülkelerinin PKK’ya yaklaşımı çok daha farklı ilerledi. Birbirleriyle bağlantıları olduğu ispatlanan PKK ve PYD’nin Avrupa başkentlerinde ofisler açması, yine çeşitli Avrupa şehirlerinde ve ABD’de; Türkiye’de yasaklı Abdullah Öcalan, PKK ve “Kürdistan” bayraklarıyla donatılmış mitinglerin düzenlenmesi ve Barış Pınarı Harekâtı’na destek veren Türk gruplarına saldırıları görmek artık alışılagelmedik bir şey değil. 

 
Türkiye'nin terör örgütleriyle mücadelesi yıllardır sürüyor.

Türkiye’nin yoğun ısrarı üzerine PKK’yı terör örgütleri listesine yerleştirmiş bu ülkelerin ikili oynaması, ilişkileri oldukça zedeleyen bir faktör oldu. Batı ülkelerinin PKK’yı kâğıt üstünde bir “terör örgütü” olarak nitelemesine rağmen gerek sahnenin arkasında terör örgütüyle iş birliği yapması, gerekse de PYD üzerinden terör örgütünün ülkelerinde boy göstermesine izin vermesi ve aynı zamanda DEAŞ’la mücadelede bölgede (Türkiye’nin yıllardır “silahlandırmayın” diye ısrar ettiği) Kürt milislerinin güçlendirilmesi, Türkiye’yle Batı arasındaki en büyük uyuşmazlıklardan birini yaratıyor. Batı ülkelerinin kendilerini vuran terör gruplarıyla özellikle 11 Eylül 2001 sonrası mücadelelerini ve 2015 Mülteci Krizi’yle birlikte Avrupa Birliği’nin aldığı önlemlerden sonra Türkiye’nin terörle mücadele için gösterdiği çabaya verdiği tepkileri gördükten sonra Batı ülkelerinin “dürüstlük testini” geçemediğini söylemek çok da yanlış olmaz. Ortak bir terör tehdidi olan DEAŞ’la mücadelede herkesin aşağı yukarı aynı ciddiyeti gösterdiğini gördükten sonra Türkiye’nin canını çok yakan PKK’ya karşı Batı tarafından takınılan tavrı eleştirmek, Türkiye’de yaşayan bir kişinin çok meşru görebileceği bir tutum.


Türkiye ve Batı arasındaki önemli ayrışmalardan bir diğeri olarak Türkiye’nin bugüne kadar olan iç ve dış siyaset adımlarının Batı’da yarattığı tepki gösterilebilir. Türkiye, Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik müzakerelerinin başlatıldığı günden bugüne çok fazla dış politika evresinden geçti. Bu evreler içinde ABD’yle tersleşme ve Rusya’yla yakınlaşma, Rusya’yla tersleşme ve ABD’yle yakınlaşma, Suriye’yle “Kardeşim Esad” denecek kadar yakınlaşma, sonrasında hükümetler arası diyaloğun tamamen kesileceği kadar uzaklaşma ve AB ile devamlı dalgalanan ilişkiler sadece birkaçı olarak sayılabilir. 

 
Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri, Batı'yla yakınlık konusunda büyük önem taşıyor.

İç politikada da benzerlerinin daha önce görülmediği evrelerden geçen Türkiye, bu süreç içerisinde anayasal değişikliklere gitti, yürütme sisteminde değişikliklere gitti, bir darbe girişimi atlattı, önemli referandumlar ve seçimler yaşadı ve çeşitli toplumsal hareketlerle sarsıldı. Bu yaşananlar, Batı tarafından zaman zaman sempati ile yaklaşılsa da çoğunlukla AB tarafından “kınanmalar” ve ABD tarafından yaptırım tehditleri ile sonuçlandı. Bu durumda Türkiye’nin haklı ve haksız olduğu konular üzerinde uzlaşmak çok güç; zira bu konulardaki uzlaşı eksikliği, Türkiye içinde bile toplumsal sorunlar doğurdu ve hâlâ doğurmakta.

Türkiye ve Batı arasındaki bir diğer kriz konusu ise ABD’nin Barış Pınarı Harekâtı’na yönelik birbiriyle çelişen ve devamlı değişiklik gösteren tavrı. ABD’nin en zirve noktası olan Başkan Trump; ilk başta fiilen “onayladığı” harekâta daha sonra “Ekonomik yaptırım uygularız” diye tepki verdi, ardından ise gelgitler halinde verdiği demeçlerde ne harekâta tamamen karşı olduğunu söyledi, ne de Türkiye’ye uygulayacağını iddia ettiği yaptırımları yürürlüğe koydu. ABD ile yaşanan sorun, tek başına Başkan Trump’la da bitmiyor. Trump’ın hemen altındaki kişiden başlayarak kamuoyundaki herhangi bir bireye kadar inen Amerikan toplumu, harekâtı şiddetle kınadığını ve Türkiye’nin derhal yaptırımlarla karşı karşıya kalması gerektiği görüşünü defalarca dile getirdi. Trump’a çok yakın isimlerden Senatör Lindsey Graham’ın (telefonda MSB Bakanı Hulusi Akar ile konuştuğunu sanarak Türkiye’yi desteklediğini açıklayan Senatör Graham’ın) tavrı, Türkiye aleyhine ortaya konulan en sert tavırlardan birini sergiledi. 


 Türkiye hakkında tartışmalı kararlar vererek ülkemizin gündemine oturan ABD Temsilciler Meclisi

Senatör Graham dışında eski Savunma Bakanı Mattis, Hazine Bakanı Mnuchin ve daha birçok devlet görevlisi, Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararını çok sert kınadı. Ek olarak, PKK ile bağlantıları bilinen Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) isteği ve propagandası üzerine olduğu söylenen yalan haberler, ABD kamuoyunun fikrinin şekillenmesinde büyük rol oynadı. Pentagon’un da yalanladığı Suriye’de ABD askerlerinin top ateşine tutulduğu iddiasından başlayarak DEAŞlıların bilerek Türk askeri ve Suriye Milli Ordusu (SMO) tarafından salınması yalanı, Amerikan vatandaşlarının fikirlerini büyük ölçüde etkiledi. Bunlara, “özgürlükleri için mücadele eden Kürtlerin Türk askeri tarafından katledilmesi” ve “Suriye’nin işgali” gibi söylemlerin de eklenmesiyle birlikte Türkiye, önemli bir müttefiki ABD’nin kamuoyu ve devlet görevlileri nezdinde gayrimeşru bir konuma itildi.

Türkiye’nin Batı ülkeleri –özellikle ABD nezdinde– zor bir konuma düşmesinde Rusya ile kurulan “yakın” bağlarında büyük bir payı olduğunu belirtmek gerekiyor. S-400 alım süreciyle başlayan ve Soçi Mutabakatı ile görünürde oldukça yakınlaşan iki ülke arasındaki ilişkiler, bir NATO müttefiki olan Türkiye’nin ittifaktan uzaklaşması sinyali veriyor; hele ki Türkiye’nin yakınlaştığı ülkenin, Batı’nın her daim kontrol altında tutmak için yoğun çabalar sarf ettiği Rusya olması, durumu Türkiye için çok daha zor hale getiriyor. Rusya’nın Suriye’de Beşar Esed rejiminin arkasında olması, ABD ve AB’nin büyük mücadele verdiği İran’la işbirliği kurması ve bölgedeki diğer Arap devletleriyle ilişkilerini iyileştirme çabası, Putin önderliğindeki Rus devletinin Orta Doğu’da çok daha aktif olmak için son hızla uğraştığını gösteriyor.


Türkiye ve Batı arasında büyük tartışmaya yol açan Rus S-400 hava savunma sistemi

Bu durumda Batı için zaten bir “tehdit” olarak algılanan ve özellikle ABD’nin zayıflatılması veya görevinin sonlanmasını istediği Beşar Esed’in konumunu sağlamlaştırmaya çalışan Rusya’yla dirsek temasında olmak, Türkiye’nin zaten problemli meşruiyetini zedeliyor. Fakat sahadaki gerçekliğe bakınca Türkiye’nin hemen sınırlarının ötesindeki bölgede istediklerini elde edebilmesi için mecburen Rusya’yla ilişkilerini kuvvetli tutması gerekiyor; o halde Türkiye’nin Rusya’yla yürüttüğü diplomasiyi kınamak veya “topyekûn bir hata” demek pek de mümkün olmuyor.

Rusya’nın bölgedeki öneminden ve Türkiye’yle ilişkilerinden bahsetmişken Türkiye’yi Rus devleti gözünde tartışmalı bir konuma getiren durumlardan da bahsetmek gerekiyor. 2011-2012 yıllarında Türkiye ve Suriye’nin ikili ilişkileri hızla kötüye giderken ve Suriye Devlet Başkanı Beşar Esed, Türkiye’nin gözünde uzunca bir süre bölgedeki sorunların ana kaynağı olarak görülürken Esed’e desteğini defalarca dile getiren ve bu yönde adımlar atan Rusya, doğal olarak Türkiye’nin Suriye politikasına şüphe ve endişeyle yaklaşıyor.

 
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Rusya’nın federal bir Suriye oluşturulmasına ve bu yapı içinde bir Kürt devleti bulunmasına sıcak bakması; İdlib’deki içinden çıkılamayan rejim-ayrılıkçı güçler çatışmasında Türkiye’nin ayrılıkçı güçleri desteklediği iddiası ve Rusya’nın bariz bir şekilde rejimi desteklemesi; Türkiye ve Suriye’nin terör güçleriyle birlikte mücadelesini öngören Adana Anlaşması’nın faaliyete dökülememesi ve ayrıca Türkiye’nin Adana Anlaşması’nı uygulamasının ön koşulu olan 2011 Ankara Anlaşması’nda geçen, Türkiye’yi rejim düşmanı kuvvetlerle mücadelede Suriye’ye yardım etmeye bağlı kılan bir maddenin bulunması; Türkiye ve Rusya arasındaki en temel anlaşmazlıkları oluşturuyor. Böylesi bir durumda Türkiye tam anlamıyla güvenilir bir müttefik olmayan Rusya, Batı tarafından meşruiyeti sorgulanan Türkiye için bir “güvenli liman”dan çok “pragmatik bir ortak” olarak öne çıkıyor.

Türkiye’nin çıkış yolu

Türkiye’ye yönelik baskının her gün tekrar tekrar ifade edildiği böylesi bir ortamda bir “çıkış yolu” kestirmek oldukça güç gözüküyor. ABD ve Rusya’yla mutabakata varan Türkiye’nin bu mutabakatlarda alınan kararların yürürlüğe girdiğini görmesi ve düzenlenen operasyonun asıl amacına ulaşması, yani Suriyeli mülteciler için bir güvenli bölge oluşturulması, Türkiye’nin uluslararası imajı için kritik bir önem taşıyor. Türkiye için çok büyük önem taşıyan bir diğer alan ise Suriye rejimine yönelik takınılacak tavır olarak öne çıkıyor. Beşar Esed’in yönetimiyle 8 yıl civarı oldukça kötü giden ilişkilerin en azından Suriye’nin geleceğini belirleyecek anayasa konferansları süresince görece “iyi” tutulması, Türkiye’nin güvenlik endişelerinin temelini oluşturan muhtemel bir Kürt devletinin oluşturulması hakkında Türkiye’ye büyük bir avantaj sağlayabilir. Türkiye’nin bir diğer “tekinsiz müttefik” ABD konusunda ise oldukça şüpheci ancak soğukkanlı bir tavır takınması hayati bir önem taşıyor. Amerikan Temsilciler Meclisi’nin aldığı yaptırım kararının ve genel olarak ABD’nin oldukça sert tavrının 2020 başkanlık seçimleri ve Trump’ın azil süreciyle de yakından alakalı olduğunu her daim hatırlamakta fayda var. Ek olarak ABD’nin bölgedeki milis Kürt güçleri hakkında –bağlarını zayıflatıyor gibi görünse de– hiçbir zaman tam olarak Türkiye’ye vaatlerini tam olarak yerine getirmediği de ortada. Bu durumda Türkiye, ABD’ye %100 güvenmemekle birlikte önemli bir müttefikiyle doğal olarak birlikte çalışmak durumunda.

 

Toparlamak gerekirse, Türkiye uzun süredir benzerinin görülmediği bir “arada kalma” durumuyla karşı karşıya. 67 yıllık NATO üyeliğinin en yoğun olarak sorgulandığı, Rusya’yla ilişkilerin bir yandan güçlenirken diğer yandan ise soru işaretlerinin yarattığı bir dönemde Türkiye, kendi faydası adına atması gereken adımların peşinde olmaya devam etmeli; ancak Suriye İç Savaşı’nın sonu gittikçe yaklaşırken bölgedeki meşru aktörlerden biri olan Suriye rejimiyle olan tamamıyla kopuk gözüken ilişkilerini bir nebze de olsa iyileştirmeli ve arkasına sığındığı uluslararası hukukun sağladığı tüm imkânları sonuna kadar kullanmalı. Türkiye için bu çıkmazdan kurtulmak oldukça uğraştırıcı ve zor gözüküyor; ancak Türkiye, tarihte birçok benzerinin görüldüğü üzere bu “bataktan” çıkmak için ihtiyaç duyduğu kudrete sahip.

Habernediyor.com / Oğuzhan Sabuncu
 

Yorumlar (2)
Sukran Ozkul 4 yıl önce
Harika duzenlenmiş bir yazı kutluyorum sizi ,gazeteniz cok güzel ayrica Oguzhan bey yazilariniz mukemmel tebrik ediyor basarılar diliyorum
Şevval Uslu 4 yıl önce
süper bir yazı teşekkürler