İkinci Dünya Savaşı Türkiye'yi nasıl etkiledi?

Dünyayı İkinci Dünya Savaşı’nın etkisinin sardığı 1940'lı yıllarda, ülkemiz fiilen katılmasa da savaşın etkilerini derinlemesine hissetti. Bu yıllarda Türkiye’de ekonomi, ideoloji, politika ve diplomasinin genel çerçevesi nasıldı? Ayrıntılar haberimizde...

ÖZEL HABER 21.04.2019, 11:40 11.07.2019, 15:58
İkinci Dünya Savaşı Türkiye'yi nasıl etkiledi?

İkinci Dünya Savaşı'nın yaşandığı 40'lı yıllarda, ülkemiz birçok alanda değişiklik yaşadı. Ekonomide adeta bir duraklama dönemi yaşandı. 1930’larda başlayan endüstrileşme süreci kaçınılmaz olarak kesintiye uğradı ve savaş ekonomisine geçiş yapıldı. İdeolojik bağlamda bakıldığında, bir yumuşama dönemine girildi. 30’larda radikal fikirler birçok alana hakimken, 40’larda bu fikirlerin biraz daha yumuşatıldığını görüyoruz. Politikada ise bir geçiş süreci başladı. 30’larda tek parti rejimi mevcutken, 1946’da çok partili sisteme geçildi. Diplomaside artık taraf olmanın vakti gelmişti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ve Soğuk Savaş döneminin başladığı yıllarda, Türkiye kendisine bir taraf seçmek zorunda kaldı. Aslında ülkemiz diğer ülkelerle ilişkileri bakımından mevcut durumunu korumak ve bu bakımdan tarafsız kalmak istiyordu. Özellikle belirli bir grubun yanında yer alma amacında değildi ancak İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına gelindiğinde dünya düzeni Batı Bloğu ve Sovyet Bloğu olarak ikiye ayrıldı ve ülkemiz bir taraf seçmek zorunda kaldı. Bu bağlamda tarafsızlığını koruması mümkün değildi.

Ülkemizde bu kategorilerde çeşitli düzenlemeler ve önemli değişiklikler yaşandı. 

Ekonomi

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na aktif olarak katılmadı. Savaşın sona ermesinden yalnızca birkaç ay önce savaş ilan etse de fiilen katılmadı. Ülkemiz cephelerde savaşmasa da savaş döneminin tüm negatif etkilerini üzerinde hissetti. Ekonomik anlamda temel olarak ‘savaş ekonomisi’ uygulamasına geçmek zorunda kaldı. Örneğin devlet bütçesinin önemli bir kısmı gerçekleşmesi muhtemel bir savaş için ayrıldı. Bütçenin yarısı savunma için kullanıldı. Türkiye savaşın dışında kalmaya çalışsa da, olası bir tehlikeye karşı kendisini hazır hissetmek istiyordu. Bu yüzden askeri personellerin sayısı artırıldı.

30’ların ekonomik planlamaları ve yatırımları durduruldu. Sanayiye yapılan yatırımlar duraklama noktasına geldi. Daha fazla insanın orduya dahil edilmesi işgücü kaybına yol açtı, bu da zincirleme olarak tarımsal üretimin ciddi anlamda azalmasına neden oldu. İthalat ve ihracat oranlarında, 1929 Ekonomik Buhranı nedeniyle zaten düşüş yaşanmıştı. Bu oranlar, 1940’larda daha da azaldı. İthalat ve ihracatın azalması, elde edilen gelirleri de olumsuz yönde etkiledi.

Almanya, Türkiye’nin hammadde ihracatı yaptığı bir ülkeydi. Savaşın sonlarına doğru Müttefik Devletler, özellikle ABD, Türkiye’ye Almanya’yla ticareti durdurması için ültimatom verdi. Bu durum ticaret hacmini daha fazla etkiledi.

40’ların genel ekonomik politikası 30’lardaki gibi sanayileşme değildi. Temel amaç, savaşın olumsuz etkilerini hafifletmekti. Savaşın olumsuz etkilerini hafifletmek ne anlama geliyordu? Öncelikle, ticari mal sıkıntısı vardı. Mal sıkıntısı, fiyat artışları ve enflasyonu kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi. Devlet, bunu telafi etmeye çalışıyordu. Fiyat artışı ve enflasyon da karaborsa sorununa yol açtı ve devlet bu sorunla mücadele etmeye çalıştı. Savaş, birçok grup için ekonomik anlamda bir yıkım ifade etse de, toplumun bazı kesimleri bundan kâr sağladı. Savaş ganimetleriyle zengin olan ve ‘savaş ağaları’ olarak tabir edilebilecek bir kesim vardı. Karaborsa, bu kesimin zenginleşmesine neden oldu ve devlet bunla başa çıkmaya çalıştı. Bu sorunları çözebilmek için, iki yeni yasa yürürlüğe konuldu. Bunlardan ilki, Milli Koruma Yasası’ydı. Bu yasa, tüm ekonomik önlemler için bir tutunma noktası oldu.

Sabit fiyat konusu da bu dönemde gündeme geldi. Devlet, ürünlere sabit fiyat koyma yetkisine sahip oldu. Bu hamleyle, kontrol edilemeyen fiyat artışlarını durdurmak amaçlandı.

Üretim, dağıtım, tüketim gibi tüm süreçler devlet kontrolüne girdi. Devlet, beklenen üretimi karşılamayan tüm işletmelere el koyma hakkına da sahip oldu. Sabit fiyat, beklenen üretim seviyesine de işaret ediyordu. Devlet, bir işletmenin yeterince üretim yapmadığını tespit ederse o işletmeyi kamulaştırma yetkisini aldı. Ayrıca devlet, herhangi bir ürünü istediği miktardan istediği fiyatta alma hakkına da sahip oldu.

Şehirlerde ‘karne sistemi’ adıyla bir uygulama başlatıldı. Özellikle şehirlerdeki insanlar, belirli ürünleri belirli miktarlarda kartla alabiliyordu. Ekmek karnesi, bu uygulamanın en belirgin örneği oldu.

Diğer bir uygulama da ‘Varlık Vergisi’ idi. Kağıt üzerinde öyle olmasa da, verginin büyük bir kısmı toplumun Müslüman olmayan kesimi tarafından ödeniyordu. İstatistiklere göre, verginin neredeyse yüzde 55’i Müslüman olmayanlar tarafından ödenmişti. Şikâyetler ve uluslararası baskılar sonucunda vergi, 1944 yılında kaldırıldı.

Devlet aynı zamanda tarım alanlarını da vergilendirdi ve ‘Toprak Mahsulleri Vergisi’ adıyla yeni bir vergi uygulamaya konuldu. Verginin yükü büyük toprak sahipleri yerine küçük çiftçilerin üzerine bindi. Devlet ‘Varlık Vergisi’ ve ‘Toprak Mahsulleri Vergisi’ ile kaybedilen gelirleri telafi etmeye ve ekonomiyi kontrol etmeye çalışıyordu. 50’lere kadar savaş ekonomisi uygulanmaya devam edildi, en azından etkileri hissedildi.

Diplomasi

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, uzun bir süre tarafsızlığını korumaya çalıştı ve herhangi bir tarafın yanında yer almak istemedi. “Ne pahasına olursa olsun fiilen savaşın dışında kalınmalı.” düşüncesi hakimdi. Savaşın sonuna doğru, Almanya’nın kaybedeceği tamamen belli olduğunda, Almanya’ya savaş ilan edildi.

Soğuk Savaş, resmi olarak 1947’de Truman Doktrini’nin açıklanmasıyla başladı ve dünya düzeni değişmeye başladı. İki kutuplu sistem dünyaya egemen oldu. Bunun sonucunda Türkiye tarafsız kalmak istese de bunu başaramadı. Türkiye, Tanzimat döneminden beri aynı anlayışa sahip olduğu Batının yanında yer almayı tercih etti. Burada bir devamlılık olduğunu görüyoruz. Türkiye, geçmişten beri yüzünü Batıya dönmek istemişti. Diğer tarafı seçme şansı yoktu. Türkiye, kendisini ‘Özgür Dünya’ olarak tanımlayan Batının yanında yerini aldı. Böylece İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD, Türkiye’nin dış ilişkilerinde önemli bir rol oynamaya başladı. 50’lerle birlikte ABD, Türk siyasetinde ve diğer birçok alanda egemen faktör olmaya başladı.

Taraf seçme ve ABD ile yakınlaşma, kolay bir ilişki süreci değildi. Batı bloğu, Türkiye’ye güvenme konusunda sıkıntı yaşıyordu. Ülkemiz savaşa adeta son dakikada girmiş, ekonomik ve askeri anlamdan herhangi bir yatırımda bulunmamıştı. Batı bloğuna göre, ülkemiz kazananın yanında yer almanın olumlu etkilerinden yararlanmaya çalışıyordu. Bu durum onlarda şüphe uyandırmaya başlamıştı. Ayrıca Türkiye, 1941 yılında Almanya ile saldırmazlık paktı imzalamıştı. Bu da onlar için tedirginlik yaratıyordu çünkü bu pakt, Almanya’nın Doğu bloğu ile yakınlaşmasına ve Rusya ile olan savaş cephesini güvence altına almasına neden oluyordu. Türkiye ile saldırmazlık paktını imzalamamış olsalardı, onlar için bu durum zorlaşacaktı.

Türkiye, Almanya’ya 1944 yılına kadar krom satmaya devam etti. Neredeyse savaşın sonuna kadar hammadde satmaya devam etti. ABD’nin müdahalesiyle bu ticari ilişki sona erdi. Türkiye bu faktörler nedeniyle Batı bloğunda ‘şüpheli üye’ olarak yer aldı ve bu bloğa gerçekten ait olduğunu kanıtlamak zorundaydı. 1950’ler, Türkiye’nin bu şüpheleri ortadan kaldırdığı ve Batıya olan bağlılığını kanıtladığı yıllardı.

Politika

Bu dönemde, toplumda huzursuzluklar da baş gösterdi. Kaçınılmaz olarak iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’ne verilen destek azaldı. Bu ülke içerisindeki bir meseleydi. Diğer bir yandan uluslararası faktör, yani yeni dünya düzeninin gereklilikleri vardı. Türkiye’nin seçtiği Batı bloğu, kendisini demokratik prensip ve rejimlere bağlı olarak niteliyordu. Tek parti sistemi bu blokta tercih edilmeyen bir sistemdi. Çok partili sisteme geçiş, Türkiye’nin Batıya ve demokrasiye olan bağlılığını göstermesi için bir fırsat olacaktı.

Bu faktörler birleşince, Türkiye’de yeni bir muhalefet partisi yükselişe geçti. Bu parti, Demokrat Parti’ydi.  Savaşın  bitmesinden kısa bir süre sonra, 1946 yılında kurulan bu partinin üyeleri, iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılanlardı. Demokrat Parti, yeni bir oluşum olmasına karşın katıldığı ilk seçimlerde ciddi bir oy oranına sahip oldu.

Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’nden farklı olarak ekonomik anlamda daha liberal bir duruş sergiledi. Buna bağlı olarak özel teşebbüsten yana oldu. 30’ların devletçi ekonomik politikalarına ve 40’ların savaş ekonomisine karşın, ekonomide özel teşebbüsü destekledi.

Politik bağlamda da liberal bir duruşa sahip oldular. Temel hak ve özgürlükleri desteklediler. Grev yapma ve dernek kurma hakları üzerinde durdular. Hürriyet sloganını çok fazla kullandılar. En çok hafızalara kazınan sloganları ‘Yeter, söz milletindir!” olmuştur.

Sosyal anlamda parti, daha çok büyük toprak sahipleri ve toplumun ticaretle uğraşan kesiminden oluşuyordu. İktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi ise askeri bürokratik elitlerden oluşuyordu.

Demokrat Parti, ideolojik anlamda muhafazakar bir tavır sergiledi ve 1950 yılında seçimler kapıya dayandığında bu özelliği halka oldukça cazip geldi.

1946 seçimleri iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi’ni alarma geçirdi ve parti, özellikle ideolojik anlamda ılımlılık dönemi başlattı. Örneğin, din dersi ilkokullarda seçmeli ders oldu. İmam hatip kursları ve dini eğitim veren yeni okullar açıldı. Ankara’da da İlahiyat Fakültesi açıldı. Bu adımlar, ideolojik anlamda yumuşama dönemine girilmesine neden oldu.

Ekonomi, diplomasi, politika ve ideolojik anlamda savaş döneminin getirdiği değişiklikler, iktidardaki CHP’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kaybetmesiyle ve Demokrat Parti’nin yüzde 53,5’lik bir oy oranıyla sandıktan zaferle çıkmasıyla sonuçlandı.

Yorumlar (0)