Putin'in liberalizm eleştirisi ve yeni dünya kutbu

Putin devrimler ayı Ekim ayının başında bir konuşmasında liberalizmin miadının dolduğunu söyledi. Peki bu dedikleri ve eleştirilerinde ne kadar samimi?

GÜNDEM 26.10.2019, 17:42 26.10.2019, 18:57
Putin'in liberalizm eleştirisi ve yeni dünya kutbu

15 Ekim’de video paylaşım sitesinde yayınlanan bir görüntüsünde NBC’den bir gazetecinin sorduğu “Financial Times’taki röportajınızda liberal demokrasinin sonunun geldiğini düşünüyor gibisiniz. Bu yorumunuz da Batı ve Birleşik Devletler'in işleri yürütme biçimine karşı başarınızı kutladığınıza yönelik yorumlandı.” sorusuna karşı Putin bu yorumun kendi ifadesinin ya çok dolaylı bir anlatımı olduğunu ya da doğru bir yorumu olmadığını ifade etti. “Bu bizim politikamızı bu şekilde biçimlendirdiğimizi düşünenler tarafından sorunun yorumlanma biçimidir. Bu çok sıklıkla başımıza geliyor, bir nosyon başka birinin yerine kolayca yanlış kullanılıyor. Hem yanlış kullanılmış hem de eleştiri noktası bu yanlış malumat üstüne kurulmuş” diyen Putin kendisinin ifadesinin liberal modelin tek doğru yorum gibi tüm dünyaya kendini dayatmaya hakkı olmadığının savunusu olduğunu kaydediyor. “Hayır, dünya bundan çok daha çeşitli, karmaşık bir şekilde gelişiyor, tek ve aynı model herkese ayrım yapmaksızın uygulanamaz. Benim ifade etmek istediğim buydu.” dedikten sonra Asya’yı örnek veriyor.

Putin’in Asya vurgusu

“Mesela Asya’yı ele alalım. Asya’nın gelişmesine, büyümesine, kültür ve tarihine bakın. Batı ve Amerika modelini nasıl koşulsuz şartsız aynı şekilde Asya’nın büyüme ve kalkınmasına uygulayabiliriz?”  ifadesinde bulunduktan sonra bu zorlamaların istikrarsızlık ve kaos getirip dünyaya Libya ve Irak gibi örnekleri sunduğunu söylüyor. Batılı ülkeler liberal yöntem ve araçları buralarda tekrardan tesis etmeye çalıştıkça işlerin daha da kötüye gittiğini söyleyen Putin, uzun yıllardır uygulandığı ülkelerde bile bu liberal hegemonya zorlamasının sorunlar çıkarttığının altını çizerek “Avrupa neden sürekli bir “göçmen krizi”nden bahsedip duruyor?” diye soruyor. Bu krizin liberal modelin bir çıktısı olduğunu ve bu liberal modelin göçmen dolaşımının durmasına asla izin vermeyeceğini ifade ediyor. Bunun sonucunda da aşırıcı ve sağcı hareketlerde, insanlar arasında huzursuzlukta artış olduğunu söyleyen Putin, dediklerinin gerçek yorumunun bu olduğunu ifade ediyor.

Putin’in dedikleri ne kadar doğru? 

Avrupa’da, Amerika’da ve dünyada yükselen aşırı sağcılık ve popülist hareketler bir süredir tüm dünya basını ve siyaset bilimi uzmanları tarafından dile getiriliyor. 1998 yılında The Guardian’da “popülizm” veya “popülist” kavramlarının geçtiği 300 makale varken takvimler 2015’i gösterdiğinde bu sayı 1000 makaleyi bulmuş ve bir sene sonrasında ikiye katlanarak 2000 makaleye ulaşmıştı.  Avrupa’da popülist partilerin oylarını 3 kata çıkartması ve 11 ülkede popülist parti iktidarlarının olmasına ek olarak Brexit süreci, Amerika’da Donald Trump’ın seçilmesi kavram üstüne incelemelerin fitilini ateşlemişti. Avrupa genelinde yüzde 25’ten fazla bir nüfusun bu partilerin destekçisi olması aslında Batı tarafından tesis edildiği söylenen ve tüm dünyaya pazarlanmaya çalışılan “müesses nizam”ın, liberal demokratik ve neoliberal ekonomik söylemin bir krizine işaret ediyor. 

Peki ne bu popülizm ve kim bu popülist?

The Washington Post’tan David von Drehle popülizmi “zor sorulara basit cevaplar vermenin siyasetçesi” olarak tanımlıyor. Jan-Werner Müller popülistlerin “Elitizm karşıtı olmalarının yanı sıra (popülistlerin) daima çoğulculuk karşıtı olduklarını” belirtiyor. Bu en açık ifadesiyle toplum üzerine bir varsayımdan ileri geliyor. Kısaca toplumda iki çok geniş çerçeve çizilerek “bizden“ ve “bizden olmayanlar” belirleniyor. Bu bizden olmayanların içi ise her toplumun iç siyaseti ve dış siyasetinin belirleyiciliğinde değişse de genel olarak yabancı, azınlık, finansör, elit, halk düşmanlarının dışarıda tutulması üzerine kurulu bir söylemle doluyor. Hayali bir gerçek halk resmi oluşturularak nicel çoğunluğun iradesi tüm halkın iradesi gibi yansıtılıyor.      
Örnek olarak Donald Trump’ı ele alırsak “önemli olan tek şey, bu ülkenin birlik ve beraberliğidir, zira geri kalanlar hiçbir önem taşımamaktadır” demişti.  Brexit sürecinde Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nden Nigel Farage “gerçek halk”ın taleplerine seslendiğini ifade ediyordu. 

Neden var?

İlk akla gelen açıklama olarak basitçe ekonomik tehdit başlı başına bir belirleyici etken değil ama Putin’de tamamen haksız değil denilebilir. Liberalizmin amacını gerçekleştirdiği yahut modasının geçtiğine yönelik söylemi kuşkusuz büyüme oranları düşen, kamu harcamaları yükselen, göçmen kriziyle mücadele eden Amerika dahil Batı açısından bir gerçeklik payı teşkil ediyor.  

London School of Economics’ten Uluslararası İlişkiler Profesörü Michael Cox’ta Putin’e paralel şekilde “Liberal düzenin başı 2008’den beri belada” ifadesini kullanıyor. Ancak tek sorunu ekonomik olarak almanın doğru olmayacağını da belirtmek gerek çünkü popülizmin yaygın olduğu tüm ülkelerin neoliberal ekonomide dahi şartları birbiriyle uyum arz etmiyor. Bu durumda da George Washington Üniversitesi’nden J.Sides’ın araştırması açıklayıcı olabilir. Sides’a göre Obama’ya oy vermiş kitlenin yüzde 9’u oyunu daha sonra Trump’a da verdi. Obama’nın tabanı içinde üniversite mezunu olmayan beyaz sayısının yüzde 22’lik payı da aynı şekilde Trump’ı da desteklemişti. Sides’a göre bu da statü kaygısını ön plana çıkartıyor. 

2017’de Pew Research Center tarafından yapılan bir araştırma bu popülist kaygının temellerini bir miktar daha açıklıkla “ulusal zayıflama kaygısı”na dayandırıyor. Kısacası toplum içinde kendini “ortalama insan” “sade vatandaş” olarak görenler diğerlerini tehdit olarak algılayıp toplumsal zeminlerinin kaybolduğu sanrısına kapılıyor ve bu kaygılar da siyasetçiler tarafından destekleniyor.

Ekonomi kaynaklı kaygıların bir noktası da aslında Çin, Meksika gibi ülkelerdeki yükselişle beraber gelişmiş ülkelerdeki düşük vasıflı işçiler ve orta sınıfların zemin kaybetmesi olarak belirleniyor. Neoliberal serbest ticaret hegemonyası artık bu zenginlik kervanından herkesin nemalanmayacağını söylüyor. 

Siyasi olarak da güçlü denetleme ve kontrol mekanizmaları etkinlik ve yetkinliği kısıtlı yürütme organlarına sebebiyet verdiği ölçüde yaşanan “hükümet krizleri” Japonya ve Hindistan örneklerinde olduğu gibi bütçe krizleri, ekonomik durgunluklar, sosyal huzursuzluklara kaynaklık ediyor. Popülizm bu kontrole karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkıp işlerin hızlanmasını sağlama çabası olarak da anlaşılmak zorunda kalıyor. Hindistan’da Modi, Japonya’da Shinzo Abe, huzursuz Yeltsin dönemi sonrası seçilen Putin’de böyle dönemlerin sonucu olarak değerlendiriliyor. 
Putin’in liberalizmin hegemonya krizine karşı popülizmin yükselişi konusunda tam olarak haksız olduğu söylenemese de bunun bir geçiş dönemi olduğu ve bahsi geçen “müesses nizam” olarak neoliberal hegemonyanın hem söylemsel hem pratik düzeyde kendini tekrar üreteceğini söyleyen görüşler de mevcut. Nitekim bir üstteki paragrafta verdiğimiz örnekler Asya’nın da bu popülizmden ayrı düşünülemeyeceğini, Putin’in de aynı kervanın yolcusu olduğunu gösteriyor. Kitleler giderek muğlaklaşan ve karmaşıklaşan dünya siyasetine ve sosyal meselelere karşı istikrardan yana reaktif bir tutum alarak popülizme sığınıyor.

Bu durumda da asıl düşünülmesi gereken Putin’in Asya vurgusunda ne kadar haklı olduğu ve bunun Rusya açısından siyasi karşılığı olarak karşımıza çıkıyor.

Gerçekten de Asya yükseliyor mu?

Bir süredir analistler ve siyaset bilimi uzmanları da “Washington kutbu”nda şekillenen dünyanın yavaş yavaş Asya tarafından tehdit edildiğini ifade ediyor ve dünyanın da ilgisini oldukça çeken ABD-Çin ticaret savaşları ve Hindistan’ın yükselişinin üzerine eğiliyorlardı. Hatta daha da ileri gidilerek bu yüzyılın bir “Asya Yüzyılı” olacağı yorumları dahi yapılıyordu.

Genel olarak Asya ekonomileri ile bir bilgi vermek gerekirse Asya, 48 egemen devlet, 6 BM dışı devlet ve 6 bağımlı bölgeden oluşuyor. Dünyanın nüfus bakımından en kalabalık kıtası olan Asya 4,5 milyarın üstünde ve dünya nüfusunun beşte üçünü barındırıyor. Bugün dünyanın en büyük 30 şehrinin 21’i Asya’da yer alırken dünya ekonomisinin ilk beşinde Çin-Japonya-Hindistan bulunuyor. Dünyanın en büyük şirketleri Fortune Global 500’de Çinli şirketlerin sayısı 129’a yükselirken Amerikan şirketleri 121’e düşmüş durumda ve çerçeveyi büyüttüğümüzde Fortune Global 500’de 2005 yılında 118 Asyalı şirket yer alırken 2019’da 210 şirkete yükseldiği görülüyor. Askerî anlamda dünyanın sayılı büyük ordularının birçoğu Asya’da bulunuyor. Yeni teknoloji merkezleri Asya topraklarında gelişip büyüyor. Ekonomik ve siyasi merkezlerin gücü hızlı bir şekilde Asya’ya kayıyor. Putin’in Asya vurgusunun kaynağı kuşkusuz burada aranabilir.

Asya’dan bir örnek olarak Çin’i ele alırsak,

Asya’da kendine öncü bir rol arayan ve Kuşak Yol İnsiyatifi’yle büyük bir hamle yaparak Batı hegemonyasını tehdit eden bir aktör olarak Çin ve Putin’in Rusya’sının Batı karşısındaki konumu onu bir memnuniyetsizlik kaynağı olarak görmek olarak tanımlanabilir. Her iki ülke de ekonomik ve siyasî nüfuzlarını genişletmek için birbirlerinin işbirliğine ihtiyaç duyuyor ve bunun emarelerini sezdiriyordu. 

TASAM’ın Ağustos 2019’da yayınlanan bir yazısında bu izler şu şekilde tanımlanıyor:

2017 yılı Temmuz ayında, iki ülkenin deniz kuvvetleri Baltık Denizinde ilk kez ortak yürüttükleri bir tatbikat gerçekleştirmiş, Eylül 2018’de ise Çin, Rusya’nın yıllık Vostok askeri harekâtına katılarak başka bir ilki gerçekleştirmişti.
 
Bunun yanı sıra Rusya Çin’e Türkiye’nin de satın aldığı S-400 hava sistemi ve 24 adet SU-35 savaş uçağı da dâhil olmak üzere gelişmiş askeri ekipman satmıştı.
 
Çin hükümeti verilerine göre, 2016 yılındaki 69,6 milyar dolarlık ikili ticaretin 2017’de 84,2 milyar dolara ve geçtiğimiz yıl 107,1 milyar dolara yükselerek, ilk kez 100 milyar doları aşmıştı.
 
2016 yılında Rusya, , Çin’in en büyük ham petrol satıcısı hâline gelmiştir. İki ülke bu yıl itibariyle Rusya’nın Çin’e Sibirya’nın Gücü boru hattı sayesinde yıllık 1,3 milyar fit küp gaz satışını taahhüt ettiği otuz yıllık bir sözleşme imzalamışlardı.
 
Son olarak, Çin başkanı Xi Jinping göreve geldiğinden beri Moskova’yı diğer başkentleri ziyaret ettiğinden daha fazla ziyaret etmiş, ayrıca 2018 Haziran’ında Xi “Benim en iyi, en samimi arkadaşım” diye hitap ederek, Putin’e Çin’in ilk dostluk madalyasını vermişti.

Peki Putin’in liberalizm eleştirisinin Asya’da karşılığı yok mu? 

Bu eleştiriye aslında Çin’in kendisinden bir karşı çıkış bulmak mümkün görünüyor. Kapitalist mi sosyalist mi komünist mi olduğu çok tartışılan Çin ekonomisi ve siyasal hayatına yönelik Zhang Weiying’in yorumu aydınlatıcı bir nitelik teşkil ediyor. 1974’te Nobel ödülü almış olan Çinli ekonomist Zhang Weiying Çin’in ekonomik ilerleyişinin temelinde liberal olarak işlenmiş ekonomisinin bulunduğuna işaret ediyor. Ona göre pek çokları açısından bir tekillik arz eden “Çin Modeli” piyasa fiyatları üzerinden gelişen tezlere ve ekonomideki liberalizme bağlılık arz ediyor. 

Ünlü ekonomiste göre bugün yaşanan Amerika ile ticaret savaşlarının kaynağı da Çin Komünist Partisi’nin sözde bir devlet kapitalizmi ve merkeziyetçi rejiminin başarısı değil. 1978’den beri ekonomik reformları takip eden liberal ekonomi olarak tanımlanıyor. 

Sonuç yerine

Putin’in çıkışı ilk bakışta hem ekonomik hem siyasi dar boğazlardan geçen ve derin eşitsizlikleri deneyimleyen toplumlar için bir hegemonya eleştirisi olarak ve umut olarak yorumlanabilirdi. Buna karşın küreselleşen ve giderek hem zamansal hem mekânsal sabitleri gittikçe akışkan hale gelen uluslararası politikada artık tutarlı bir söylem üzerine analiz inşa etmek fazlasıyla zor olarak görünüyor. Yukarıda kabaca üzerinden geçtiğimiz popülizm, yalnız liberalizmin anavatanı Batı’ya ait bir siyasi anlık çözüm değil dünyanın her yerine sirayet etmiş olarak belirleniyor. Ona karşı konuşanlar dahi aslında onun tam göbeğinden konuşuyor ve 1973 petrol krizinden sonra neoliberal söylemle “müesses nizamı” tesis eden kapitalizm belki de 2008 krizinin ardından kendisine karşı gibi duran popülist karşı çıkışları kendi içinde eriterek yeni bir müesses nizam kurabilmeye çalışıyor. Bu noktada Putin’in söylemindeki Asya vurgusu da aslında kendisinin de yer almak istediği “Washington hattı” yahut Brexit’le kan kaybeden Avrupa Birliği dışında yeni bir kutbun yükselişine vurgu yapıyor. Bu vurguyu basitçe yeni müesses nizama talip olma çabası olarak görebiliriz.

Habernediyor.com


 

Yorumlar (0)